‘Aşk’ın Kokusu

Hiç doğmamış ve ölmeyecek sonsuz bir “Sevgili” ile doğmuş ve bir gün ölecek olan “sonlu” birbirlerini gerçekten sevebilirler miydi? Zeus ile Helen birbirine ne kadar âşık olabilirdi? Bu aşkın yasasıyla çelişmez miydi? Evet çelişirdi. Ve Mevlâna’yı da “aşk”tan soğutan bu yasa idi.

***

Mevlâna okyanus, Tebriz’li güneş idi…
Güneş Okyanus’a düştü ve bir aşk efsânesi doğdu

Allah O’nu kendisi için seçmişti. O’nu kendisine sırıl sıklam âşık olması için yaratmıştı. Kalbine aşkın ilk tohumları serpildi ve “aşk kervânı” Afganistan’ın Belh beldesinden Anadolu’ya doğru yola çıktı. Yıllar süren yolculuktan sonra, baba Âlimler Sultanı Bahaaddin Veled, ailesi ve geleceğin Âşıklar Sultanı Celâleddin Konya’ya ulaştı.

Celâleddin yirmili yaşlardadır. Bebekliğinden itibaren en çok duyduğu isim “sevgili”nin ismi “Allah” olmuştur. Evde, sokakta, çarşıda, pazarda, mektepte, medresede hep “sevgili”nin ismi zikredilmektedir. O’nun ismi ile uyanmakta, O’nun ismi ile güne başlamakta ve O’nun ismi ile günü kapayıp uyumaktadır.

Üç yaşında başlamıştır “sevgili”sini tanımaya. Daha doğrusu üç yaşında başlamışlardır Celâleddin’e “sevgili”sini tanıtmaya. Cemâlini görmeden âşık olmuştur. Varlığını görmeden tüm özelliklerini ve güzelliklerini ezberlemiştir.

Neleri sever?.. Neleri sevmez?.. Kimleri sever?.. Kimleri sevmez?

“Ölümsüz Sevgili” kendisinden önce hangi “ölümlüler” ile aşk destânı yaratmıştır? Ve içlerinden en çok hangisini sevmiştir? Hepsinin yaşamlarını, özlerini ve sözlerini de en ince ayrıntısına kadar öğrenmiştir.

“Özünde mevcûd olan Sevgili”yi tanıma ilmini tamamlamış ve tanıtma aşamasına ulaşmıştır. Sultanlar, âlimler, dervişler dünyanın her yanından O’na gelmektedir. O’nun önünde diz çökmekte ve “Sevgili”yi tanıma ilmini tahsil etmektedirler. Dört yüz talebesi, on bin dervişi ve bir dünya dolusu hayrânı vardır. Herkes O’nun özündeki O’nu aramaktadır.

Celâleddin otuz sekizli yaşlardadır. O’na “Efendimiz” anlamındaki “Mevlâna” diye hitâp olunmaktadır. Selçuklu Sultanı da O’na “Efendimiz” demektedir, çıkmaz sokaklardaki dilenciler de O’na“Efendimiz” demektedir. O “Allah”ı arayanların “Efendisi”dir “Mevlânası”dır. Fakat…

Hiç kimse O’na: “Sevgilin ile aranız nasıl? O’nunla görüşüyor musunuz? O’nunla konuşuyor musunuz?” diye sormuyordu. Sormazlardı… çünkü O “Sevgili” ile zâten beraberdi. Sevgili O’nda her türlü güzellikleriyle, sınırsız ilmiyle tecelli ediyordu. Ve Mevlâna da “Sevgili”yi tüm insanlara her yönüyle anlatıyordu. O’nun huzurunda hep beraber muhabbet ve haşyetle secdeye kapanıyorlardı. O’nun cemâlini sissiz ve bulutsuz bir halde göstermesi için O’na cân-ı gönülden duâlar ediyorlar, her gece yarısı ilâhilerle serenâdlara katılıyorlardı.

Fakat O’nu içten içe yakan bir derdi vardı. Derdine de dermân bulamıyordu. Bulamazdı. Çünkü derdini hiç kimseye açmıyordu. Derdini söylemeyen ve aramayan dermân bulamazmış ya! O da içten içe eriyip akıyordu. Dışı neşeliydi. Dışı nurluydu. Dışı halk ile doluydu. Ya içi? Ya gönlü? Ya aklı?… Boştu. Bomboş bir kalbe sâhipti. “Sevgili” O’nun içinde değildi. Dışında da değildi.

“Sevgili” ile “vuslat” istiyordu. Ya da “Sevgili”nin göndereceği bir tek “selam” istiyordu. Ve o selâmı getirene “kurban” olmaya hazırdı.

Hiç kimseye söyleyemediği “buluşma”yı istiyordu. O’nu istiyorum dese; “Zâten O’nunla değil misin?” diyeceklerdi. Hatta O’na; “O’nunla değilsen O’nu bize niçin anlatıyorsun?” diyerek suçlayacaklardı. Haklı olarak O’nu içi başkalıkla dışı başkalıkla yargılayacaklardı.

Suskundu. Konuşmuyordu. Hep O’nu anlatmayı, O’nu tanıtmayı ve O’nun ezber ilim haline gelmiş özelliklerini mollalara, dervişlere ve hayranlara anlatmayı ise “konuşmak”tan saymıyordu.

Mecnûn, Leylâ’sının cemâline bakarak bir tek harf söyleyemezse; elâlem ile gırtlağı çatlayıncaya kadar lakırtı etse ne değeri var?

Mevlâna da “Sevgilisi”nin özelliklerini anlatıyordu. Mevlâna’ya da doğdu doğalı “Sevgili”nin özellikleri anlatılıyordu.

O İstiyordu ki…
birisi O’na
“Sevgili”nin özelliklerini değil,
“Sevgili”yi anlatsın.
O’nun resmini göstersin.
O’nun sesini duyursun.
O’nun gözleriyle baksın.
O’nun elleriyle tutsun.
O’nun ayaklarıyla yürüsün.
Ya da
ikili oynamayı ve ikili konuşmayı terk ederek
dobra dobra
“Ben geldim”desin istiyordu.

O’nu içinde ya da ötelerde istemiyordu. O’nu tam önünde “perdesiz, örtüsüz ve peçesiz” istiyordu.

O’nun kelâmını meleklerin “ilham zarfıyla” getirip kalb şeklindeki posta kutusuna atmalarını istemiyordu.

O’nun sesini çan ya da çıngırak sesi gibi duymak istemiyordu.

O’nun kelâmını O’nun ruhundan çıkan ses olarak duymak istiyordu.

O’nun yerlere ve göklere sığmayan bir endâmda olmasını istemiyordu. O’nun da kendisi gibi minik ve “sıfır” kadar bir “varlık” olmasını istiyordu…

Kendisi konuşsun O dinlesin, O konuşsun kendisi dinlesin istiyordu.

Aşkın yasası vardı.

Doğduğu zaman neşe çığlıkları atılmış olanlar… Öldüğü zaman da hüzün gözyaşları akıtılacak olanlar… biribirlerini “gerçek aşk” ile sevebilirlerdi.

Hiç doğmamış ve ölmeyecek sonsuz bir “Sevgili” ile doğmuş ve bir gün ölecek olan “sonlu” birbirlerini gerçekten sevebilirler miydi? Zeus ile Helen birbirine ne kadar âşık olabilirdi? Bu aşkın yasasıyla çelişmez miydi?

Evet çelişirdi. Ve Mevlâna’yı da “aşk”tan soğutan bu yasa idi.

Ümitsiz, aşksız, kalbi kırık ve gönlü bomboş bir okyanus olmuş Konya meydanlarında dolaşıyordu. Gözü O’nu arıyordu. Kulağını hep O’nun sesini işitmeye ayarlıyordu. Çevresinde Mollalar, dervişler ve sultanlar pervâne olmuş dolanırken O bulutların ardına gizlenmiş güneşi gözlüyordu. Kalabalıklar içinde yalnızdı… yapayalnızdı… garîb idi.

Âniden bulutlar dağıldı. Semâlarda “Uçan Güneş” Konya çanağına sığamayan Okyanus’un içine düştü.

Mevlâna’nın atı ürktü. Dervişler ve mollaların yüzü ekşidi. Adına Tebrizli Şems ya da Şems-i Perende yâni “Uçan Güneş” dedikleri bir hırpâni… bir divâne… bir garîb “Efendimiz Mevlâna”nın önüne gerilerek atının yularına yapıştı. Ayaklarında tahta sandalet, elinde “sürekli su sızdıran bir testi”, başında solmuş bir peşkir (havlu) sarılıydı. Saçı ve sakalı karma karışık bir tuhaf insan…

Koruma görevlileri hemen üzerine atılıp kenara fırlatıp atmak için müdahale etmek istediler, durduruldular. Çünkü “Okyanus”… içine düşen “Uçan Güneş”in “ateşi” ile fokurdamaya başlamıştı bile. İki “ölümlü” göz göze tûş olmuşlardı. Ve ölümlülerin ölümsüz yüreklerinden doğan “doğmamış ve ölmeyecek olan aşk”ın buharı gözleri buğulandırarak enfûse ve âfaka yükselmeye başlamıştı.

Gökte melekler yeryüzündeki manzaraya bakarak aralarında fısıldaşmaya başladılar. Diyorlardı ki;

“Yaratılmamış ve yok olmayacak olan ‘sonsuz aşk’ ezelden ebede kadar yalnız kalacağını anlayınca tam ortadan ikiye ayrılıp en yüksekten en aşağıya düştü. Hilâfeti Âdem ve Havvâ’ya kaptırmıştık şimdi de ‘aşk’ı kanatlarımızın arasından kaçırdık. Eyvâhlar olsun bize!..”

“Aşk”… tam ortadan ikiye bölünmüştü ve bir bahar cemresi gibi toprağa düşmüştü. Düştüğü toprakta, iki ayrı “nokta”da “Ete kemiğe büründü” ve Mevlâna ve Tebrizli Şems olarak göründü.

Su sızdıran gözenekli eski toprak testi Mevlâna’nın hâne-i saadetlerinde idi artık. Mevlâna altınoluklu ibriklerden şerbet içmeyi terk etmişti. Kristal bardaklardan kaynatılmış, arıtılmış ve dinlendirilmiş su da içmiyordu. “Uçan Güneş”in toprak testisinden toprak kokulu “hiç bulanmamış” doğal kaynak suyunu avuçlarıyla avuç avuç içiyordu. İçtikçe susuyor ve susadıkça içiyordu.

Hâne efrâdının çoğu, dervîşanın tamamı ve hayranların elebaşları “Efendimiz Mevlâna”nın toprak testiden içtiği duru sularla hazmının bozulacağına, dilinin tutuklaşacağına, aklının bulanacağına karar vererek bir konsey topladılar. Ve toprak testiyi hırpâni sahibiyle birlikte sürgün etme teorisi geliştirdiler.

Ve teori deneye dönüştü…

Mevlâna bir gün sabah baktı ki ortalıkta ne “Sâkî var ne de aşk şarabı içtiği testi”. İkisi de yok. Çevresini sarmalayan “kalabalıklara” O’nu sordu, nerede dedi. O gitti, geldiği gibi kirli testisini eline alıp gitti dediler. Onlara inanmadı. Hz. Hâcer gibi iki yana koştu. O’nun kokusunu Irak ve Sûriye taraflarından aldı. Can parçası Sultan Veled’i gönderdi ve O’nu geri getirtti.

Onlar bir kuşun iki kanadı idi. Onlar bir merdivenin iki ayağı idi. Tek kanadı kopmuş olan kuş sonsuz boyutlarda nasıl süzülecekti? Tek ayaklı merdivenle Mirâca nasıl çıkılacaktı? Olmazdı. Yarım halde yaşayamazdı. Şems binitte, Can parçası yaya olarak geri geldi. Ve kendisini tekrar bütünledi.

Sâkî dönmüştü, ilâhî aşkın çilingir sofrası tekrar kurulmuştu. Bir daha ayılmamak üzere içmek ve “ebedî serhôş” olmak istiyordu. Mevlâna dolduruyor “Uçan Güneş” içiyordu. “Uçan Güneş” dolduruyor Mevlâna içiyordu. Bu sefer “meyhâne”nin kapısını daha sıkı kilitledi.

Meyhâne’de (ilâhî aşkın konuşulduğu odada) neş’e-i muhabbet vardı. Melekler def ve kudüm çalıyordu. Cinler cura, periler arp çalıyordu. Hûriler “zil, şal ve gül” eşliğinde “Konya akşamlarında” raks ediyordu.

Muhabbet ortamına sadece Can parçası “Sultan Veled”in girmesine izin vardı. Ve Sultan Veled içeri girdiğinde ne cümbüş görüyordu ne de şarab kokusu duyuyordu. İçeride sadece “tek gönül”den çıkan sözler ve “tek gönül”den işitilen ilim ve irfan senfonisi vardı. Ve su sızdıran testi zahirde “iki” bâtında “bir” olan dostların tam ortalarındaydı.

Dışarılarda…

Kıskançlık konseyi tekrar toplandı. Bu sefer “Efendimiz Mevlâna”nın kapalı odalarda ışıksızlıktan ve havasızlıktan boğulacağı teşhisini koydular. Çözüm; meyhâneyi (gönül Kâbe’sini) yıkmak, sızdıran testiyi kırmak (Ahad’ı parçalamak) ve Sâki’yi (Tebriz’liyi) kuyuya atmaktı (öldürmekti).

Operasyon başarı ile sonuçlandı.

Ve…

“Aşk”ın kanatları ve ayakları bir birinden koparıldı. Geriye sadece “aşk” kaldı.

Tebrizli’nin atıldığı kör kuyu Celâleddin’in göz yaşı yağmurlarıyla doldu ve taştı. Konya ovalarını kuyudan taşan seller bastı. Çukurluklarda göller oluştu. “Uçan Güneş”in bedeni zerre zerre ayrıldı ve sularla birlikte göllere ulaştı. Her zerreden bir kamış fidanı doğdu. Kamışlıklar oluştu.

“Uçan Güneş” kamışlıklarda tekrar doğmuştu. Uçan meleklerin kanatlarından savrulan rüzgârlarla nazlı nazlı salınıyordu. Celâleddin, “aşk”ın kokusunu bu sefer de “kamışlıklar”dan duyuyordu.

Tebriz’linin zerrelerinden doğan en olgun kamışı aradı buldu. Suyun içinde boy atmış, boğumlu ve yapraklı hâliyle de tanıdı onu. O’nu kamışlıklardan kestirdi. Boğumlarını kızgın demirle dağladı, üzerinde delikler açtı ve “Ney” olarak O’nu bir zamanlar “sızdıran testi”nin durduğu boşluğa koydu.

Ve…

İçinde sıkışan nefesleri “Ney”e üfledi… Ney, en derin notalarıyla inlemeye başladı.

Derin notalar, derin sözlere bürünüp “Mesnevî” olarak gönül kütüphânelerindeki raflara dizildi.
* * *

Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki iştiyak derdini açayım
Aslından uzak düşen kişi,yine vuslat zamanını arar.
Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lakin canı görmek için kimseye izin yok.
Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!
Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğundur ki şarabın içine düşmüştür.
Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.
Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemden, hem bir müştak kim gördü?
Ney kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.
Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.
Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.
Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte nazirı olmayan, hemen sen kal!
Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.
* * *

Nice Âşıkları ve Garîbleri bizlere bağışlayan Allah’a şükrümüzü edâ etmekte mutlak acîziz. Ancak O’nları doğuran annelerin ellerinden öpüp ruhlarına ve ruhâniyetlerine Fâtihalar armağan ediyoruz.

Kemal Gökdoğan
www.tasavvufdefteri.wordpress.com
kemalgokdogan@gmail.com

Not: Kısmen yayımladığımız bu yazının tamamı ve yorumların tamamı 7 NİSAN 2008 tarihinde Yorumsuz Blog’da yayımlanmıştır.

***
**
*

YORUMLARDAN SEÇMELER:

Yepyeni
7 Nisan 2008, 12:40 üzerinde
Allah Razı Olsun Sn. Gökdoğan.

Değişik bir nefesle gönlümüzü serinlettiniz, kalbimizi yaktınız. Kuru bilgi tekrarından, has bilginin kaynağı aşka taşıdınız bizi.

Bu bağlamda size sormak istediklerimiz var, şu vecizeyi öne alarak:

“Aşk yaşanmadan, aşk ugruna tum varlık feda edilmeden Vahdet yaşamı kesinlikle açığa çıkmaz” (Ahmed Hulusi)

Bu dogrultuda:

1- AŞK SADECE BİR KUL İLE KARŞILAŞARAK MI OLUR? İÇTE DE YAŞANABİLİR Mİ?

2- AŞK; KİŞİNİN ARZUSU, DUASI İLE OLUŞUR MU YOKSA TAMAMEN İLAHİ LÜTUF MUDUR?

3- MERYEM-96 YI NASIL DEĞERLENDİRİRSİNİZ?

4- AŞIKLAR NİÇİN ÇOK KINANIRLAR? NEDEN HEMEN ETRAFLARINDA KISKANÇLIK -DUŞMANLIK -HİDDET YOGUNLAŞIR?

İYİ BİR ŞEY İSE; İNSANUSTU İSE BUNLAR NİYE? BURADA NASIL BİR SİSTEM VAR?

5- AŞK İLE B SIRRI BAGLANTISI NEDİR?

6- AŞIKLARDAN AÇIĞA ÇIKAN İLİM KİTABİ DEĞİL; ÖZDÜR, DENİYOR. ŞEMS KİTAPLARI SUYA ATIYOR. KİTABİ OLMAYAN BU İLMİ AÇAR MISINIZ?

7- BEN BİR KİTAP OKUDUM / ONU KALEM YAZMADI / MUREKKEP EYLEYEYDİM / YETEMEYE YEDİ DENİZ (Yunus) Bu kitap aşkla okunan kitap mıdır?

Sn. Gökdoğan,
Bağışlayın, yeni bir makale yazacak kadar çok sorduk. Ama inanın susadık. Testinizden içmek isteriz.

Saygılarımızla.

 Yeni
7 Nisan 2008, 11:50 üzerinde
Mevlana, Şems’ten sonra tüm eski kitaplarını yakmış diye duymuştum!..
Acaba, Mevlana’ya eski kitaplarını yaktıran gerçek sebep neydi?..

– Eskiyle yeni bir arada olmuyor muydu?..
– Eski hali yeni haline uymuyor muydu?..

Tefekkür için soruyorum!..
Haşa!!! Başka niyetim yok!!!

***
**
*

KGökdoğan
7 Nisan 2008, 12:56 üzerinde
“Yepyeni” ve “Yeni” rumuzlu “sistem okurları”nın cevabı içinde olan suallerine birkaç ilâve cümle…

1- AŞK SADECE BİR KUL İLE KARŞILAŞARAK MI OLUR? İÇTE DE YAŞANABİLİR Mİ?

Bu sorunun cevabı sorunun içinde çok açık ve net bir şekilde görünüyor. …AŞK SADECE BİR KUL İLE KARŞILAŞARAK MI OLUR?… Bence siz cevabı vermişsiniz. Birkaç cümle de biz ilâve edelim.
Aşk’ı sadece içte yaşayabilmek için; Muhammedî bilinç ile doğmak ve gözler dünyaya ilk açıldığı andan son kapandığı âna kadar âşık olabilecek BAŞKA bir varlık görememek gerekir. A’ma halde doğmak… A’ma halde yaşamak… A’ma halde ölmek… A’ma halde sonsuz yaşam boyutunda yine HALK içinde olmak. İÇTE YAŞANABİLİR AŞK tam anlamıyla bu olabilir. Olabilir diye tahmin ediyorum çünkü…

“… Avamın gözünde, en yüksek mertebedir “aşk”, ve de Mülhime!. Nereden bilsinler ondan yukarısını gariplerim!. Evliya, zaten gizli; avam bilemez ki Mutmainne ve yukarısını! …” diyor Üstâd. Ve “haşyet” diye bir kavrama işâret ediyor. Aşk ve Haşyet arasında bir benzerlik olabilir belki. Gerçi aşk başka haşyet başka diyor kısa cevabında.

Mutmainne’den ötesinde aşk’ın; ikiliksiz olması… hatta Hakk’ın kendisinde dahi seven-sevilen ilmini yaratmaması ve Ahad’iyetinden doğan ebedî teklik/a’ma hali nedeniyle kendi ‘EKBERİYET’iyle baş başa kalması… sevmek-sevilmek kavramının olmadığı hal AŞK? …ne kadar da KORKUNÇ bir AŞK… bırakın başkasını kendini dâhi ‘sevemediğin’ bir aşk… ACZ mi KUDRET mi ??… AŞK mı KORKU mu??… Ne kadar da rahat “TAHMİNLERDE” bulunuyorum, çünkü bilemediğim bir alan; her yer karanlık nereye at koşturursan koştur, serbest. Fakat at ile birlikte bir hendeğe yuvarlanıp gitmeyi de göze almak gerek… Cehâletten doğan cesâret!..

2- AŞK; KİŞİNİN ARZUSU, DUASI İLE OLUŞUR MU YOKSA TAMAMEN İLAHİ LÜTUF MUDUR?

Yine cevâbı içinde olan bir soru…

Âmine’nin oğlu Muhammed’in (S.A.V.) dünyaya gözünü açtığı anda “HİÇ BİR ŞEY” görmediğini… bebekliğinde hiçbir şey görmediğini… ergenliğinde,… , gençliğinde,… olgunluğunda,… ve son olgunluğunda da “HİÇ BİR ŞEY” görmediğini anlatıyor, meslekleri “PERDELERİ KALDIRMAK” olan BİLGELER ve EVLİYÂULLAH. Kendisini de “GÖREMEMİŞ”. Ve her yerde ve her şeyde “ALLAH”ı görüyorum diyenlere “LÂ İLÂHE” “TANRI YOK” demiş. Belki öyle bir şeydir İLÂHÎ LÜTUF. Yaşayamadık ki, yaşayamayoruz ki… nereden bilelim ALLAH’ın AŞK için yarattıklarının hâlini?
Hz. Muhammed a.s.’ın GÖRDÜĞÜ Hz. HATİCE var. O, O’na âşık. O’nun vefâtında kalbinden gelip de göz pınarlarından akan yaşlar döküyor ardından. Amcası Ebû Tâlib’i görüyor “CAN PARÇASI” olarak. O’nun ardından ağlıyor. Oğulları İbrâhim ve Kâsım ve kızları vefat edince ağlıyor. Çünkü onlarla “KARŞILIKLI AŞK” yaşıyor. Bizim de “AŞK”dan en fazla anlayabileceğimiz MUHAMMEDÎ AŞK’ın “KARŞILIKLI” olanı… mülhimeye kadar olanı… ötesi kapalı imiş… doğru. Muhammedî, karşılıksız, seven ve sevilensiz aşkın “edebiyatı”nın Şems ve Mevlâna’daki tecellisini “okumak” bu kadar lezzetli ise… gerçeği nasıldır? Belki de en iyisi ve en doğrusu haddimizi bilmek. Ve gözeneği bol olan testilerin sızdırdıkları suları biraz da çeşme suyuyla karıştırıp “zemzem fincanları” ile içmek.

Arzumuz ve duamız ile oluşabilecek olan “AŞK”; birbirimizi HAKK’ın tecelliyatı olarak “HAYIRLI, TEMİZ VE SÜNNETE UYGUN” çerçevede “SEVMEK” olsa gerektir diye düşünüyorum.

3- MERYEM-96 YI NASIL DEĞERLENDİRİRSİNİZ?

96-) İnnelleziyne amenu ve amilus salihati se yec`alü lehümür Rahmanu vüdda;

Muhakkak ki iman edip salih amel yapanlara (arınma çalışmaları yapıp kendilerini tanıyanlara) gelince, Rahman onlar için bir sevgi (yakınlık, ilahi vasıflarla tahakkuk) oluşturacaktır.

Rahmân ismi ile Allah ismi eşdeğerdir. İkisi de sonsuz esmâ’yı kapsıyor. Yine de farklı kullanılmasını gerektiren durum var ki “vahiy” onları ayrı ayrı kullanmış.

Allah isminden kaynaklanan “sevgi” karşılıksız aşk Muhammedî bilinç’e ait doğuştan gelen aşk olabilir.

Arınarak yükselebileceğimiz AŞK… ALLAH AŞK’ının (karşılıksız aşk’ın Muhammedî bilinç aşk’ının) RAHMAN ismi prizmasından yansıyan gölgesi olabilir.

Birisi Resul ve Nebî’ye has çalışmadan, doğuştan gelen vehbî aşk. Diğeri çalışma ile tabandan tavana yükselebileceğimiz kesbî aşk. Tabandan tavananın en son mertebesi yine de Allah Aşk’ının gölgesi…

4- AŞIKLAR NİÇİN ÇOK KINANIRLAR? NEDEN HEMEN ETRAFLARINDA KISKANÇLIK -DUŞMANLIK -HİDDET YOGUNLAŞIR?

İYİ BİR ŞEY İSE; İNSANUSTU İSE BUNLAR NİYE? BURADA NASIL BİR SİSTEM VAR?

“…NOKTA’NDAKİ KUDRET…” Başlıklı bir yazı… İlâvesiz ‘okunur’ ise yepyeni düşünce boyutları açıyor.
Kıskançlık, düşmanlık ve hiddet…

Aşk’ın bir başka yasası “SEVGİLİ’Yİ PAYLAŞMAMAK”. Zâten en uzman olduğumuz “ilâhî cilve” budur. Bırakın ‘sevgili’yi… kendi yeteneklerimiz yanında ikinci bir yeteneği dahi kendimize fazlalık addederek kıskanıyoruz. Sığamıyoruz şu koca dünyaya, sonsuz uzaya… iki kişiye her zaman dar geliyor…

Şems içeride, odadadır. Mevlâna kapıyı tıklar. Şems sorar, “Kim o?” Mevlâna cevap verir: “Ben’im, bendeniz ve sizi seven Celâleddin!”… İçeride koskoca bir salonda oturan Şems der ki; “Burası dar, içeride ikinci birisine yer yok, ikimiz buraya sığamayız… gelme!” mevlâna tekrar tıklar ve kim o sorusuna “Şems” diye cevap verir.
Şems’in kapısını ne zaman ki Şems tıkladı “sıfır hacme sahip” mekâna ikisi de sığdı…

5- AŞK İLE B SIRRI BAGLANTISI NEDİR?
Yaratılış amacımıza göre aşk mertebelerinde hak etiğimiz ve mutlaka taktir olunduğumuz yer… her birim için aşkın B sırrı olsa gerektir. Taktir olunan yerde olmak, olduğun yer ile gururlanmayı kaldırır. Taşı Everest dağının tabanına koymak; taş için utanç olmadığı gibi dağın eteklerine konulması ya da zirveye konulması övünç kaynağı olamaz. Taş bulunduğu her noktada kendi iradesini görmezse “ŞÜKÜR” hali doğar… AŞK’ın ikilisine ve tabandaki yerimize şükrediyoruz.

6- AŞIKLARDAN AÇIĞA ÇIKAN İLİM KİTABİ DEĞİL; ÖZDÜR, DENİYOR. ŞEMS KİTAPLARI SUYA ATIYOR. KİTABİ OLMAYAN BU İLMİ AÇAR MISINIZ?

Şems kitabı suya attığı zaman Âlim Velîler’den idi. Mevlâna o kitabı ‘okur’ iken Âlim Velî’lerden idi. Kitabın yazarı da Âlim Velî’lerden idi. Bu şartlar içinde kitabın ıslanmaması “kerâmet” olur. (Şems suya attığı kitabı ıslanmamış haliyle geri almıştır).

Bildiğimiz kadarıyla Şems ve Mevlâna medrese ve tekke ilim ve hallerini çok disiplinli bir eğitim süreci ile kazanmışlardır. Özlerindeki ilm-i ledün tohumu sabır dinamizmi ile ancak açılmıştır. Herkesin özünde en esas “esmâ” olan Allah var. Fakat hiçbir birimde “zahmetsiz, emeksiz” açığa çıkmıyor. Sistemde kesinlikle “bedava” yok. Resuller ve Velî’ler bizim bilemediğimiz muazzam ruhsal çileler çekiyorlar ki ilm-i ledün açığa çıkıyor. Ruhsal çile bedensel disiplin olmadan yaşanmaz.

Kitaplar beyindeki ilmin kapısını açan “ANAHTAR”dır. Her kitap için anahtar denilemez. İyi torna edilmemiş çapaklı anahtarlar kilitteki bilyaları, diskleri ve yuvayı deforme edebilir. Fakat uzman ve üstad anahtarcıların anahtarları tekrar tekrar kullanmaya yöneliktir. Anahtar’ı her kullandığında sende yeni ufuklar açıyorsa o anahtarı iyi muhafaza et. Değilse Mevlâna gibi at gitsin. Geriye Mevlâna Külliyesinde suya atılmayanları gibi olanlar kalsın… Meselâ; Ahmed Avni KONUK’un kendi el yazısıyla yazdığı yirmi sekiz defter Füsûsu’l-Hikem Şerhi Mevlâna Türbesi’nde(şimdi müze)dir. … Suya atabilir miyiz?

Siyah kapaklı AHAD ilminin yazılı olduğu kitapları suya atabilir miyiz? Yoksa tekrar tekrar okuyup kendimizi yenilemeli miyiz?

Bizi yeniledikten sonra (yenilerse) Allah ile aramızdan çekilmeyen kitapları suya atabiliriz. Fakat bizi yenilemeden önce de zaten Allah ile aramızda olmayan kitaplar hakkında yeniden düşünmemiz gerekir.

7- BEN BİR KİTAP OKUDUM / ONU KALEM YAZMADI / MUREKKEP EYLEYEYDİM / YETEMEYE YEDİ DENİZ (Yunus) Bu kitap aşkla okunan kitap mıdır?

Sonsuz evvelden şimdiye kadar Allah’ın ilim sıfatından yaratılan /yansıyan / tecellî eden şeyler sonsuz ilim yanında ne kadar? Nokta kadar bile değil. Daha ne kadarı yazılacak? Ölçü için, sonsuz demek dahi basit bir ölçek olarak kalıyor.

Aşk ile okunanın da ise ne yaratılanı vardır ne de yaratılacak olanı… Yunus’umuz bunu mu kastetti ki?
Sual için düşünmek; cevabın yüzde doksan dokuzunu sorulacak olana ikram etmektir. Yüzde bir cevap ise “muhabbet olsun, gönüller hoş olsun”…

Sevgiler ve “Aşk”lı bir yaşam duâsı ile…

KGökdoğan
***
**
*

Yepyeni
7 Nisan 2008, 2:27 üzerinde

Sn. Gökdoğan, mesai ayırıp cevapladıgınız için size minnettarım. İnsan ilme susadı mı doymuyor. Son bir sorum olacak:

– BEŞERİ VE İLAHİ AŞK AYRIMLARI SİZCE DOGRU MU? BUNLARI BİRBİRİNDEN AYIRT ETMEDE ÖLÇÜ VAR MIDIR?

 KGökdoğan
8 Nisan 2008, 4:40 üzerinde

“Yepyeni”nin yeni sorusu;

“- BEŞERİ VE İLAHİ AŞK AYRIMLARI SİZCE DOGRU MU? BUNLARI BİRBİRİNDEN AYIRT ETMEDE ÖLÇÜ VAR MIDIR?”

Kişisel Düşüncem:

Kendimizi “beşer” (beden) olarak algıladık. Kulluk ile mühürlendik EBEDİYYEN… Ne mutlu bizlere.

Kendisini “beşer” olarak algılamayan Resulullah a.s. bize; “Ben de sizin gibi bir beşerim” diyor. Demek ki kendisini beşer olarak algılamayan, kendisini beşer (beden) zannedenlerden daha çok “bedensel” gerçekliği yaşıyor. O’nun kulluk mühürü de bizden daha ileri. O katkısız kullukta ve Allah’ın abd’iyim (kuluyum) diyor. Aynı zamanda; “Yokluğum ile övünürüm” diyor. Yâni; hem beşeriyetinin/abdiyetinin zorunluluğunu hem de ruhaniyetinin/Hû’luğunun bilgisini yaşıyor.

En zayıf, doğumlu ve ölümlü, sınırlı ve sonlu, âciz ve çaresiz yönümüz “beşerî”liğimizdir. Madalyonun öbür yüzü… hakikatimiz ise Hakk’dan gayrı (başka) bir varlık olmadığımızdır. Bu iki gerçek Allah ilminden beşeri idrakimize indirilen Kur’an’da şöyle belirtilmiş:

“…19-) Meracelbahreyni yeltekıyan;
Salmıştır (biri tuzlu, biri tatlı) iki denizi (Sema ve Arz denizleri, yani Ruh ve beden denizleri); kavuşup kucaklaşıyorlar (insanda).

20-) Beynehüma berzahun la yebğıyan;
Aralarında bir berzah var, birbirinin sınırını aşamıyorlar (böylece kendi orijinalliklerini ve iki deniz halini muhafaza ediyorlar) …” (Rahman Sûresi/B Meal)

Dünyada ve sonsuz yaşamda değişmeyen bu iki gerçeğimizle “abduhû”luğumuzla var olmaktan başka seçeneğimiz yok.

Bu durumda, aşk’ı da ebedîyyen hem beşerî aşk olarak hem de ilâhî aşk olarak ikiye ayırmadan fakat birbirine de karıştırmadan yaşamaktan başka çâremiz yok.

Hakk’ın; anne, baba, eş, çocuk, can dostu, sevgili ve diğer her bir tecelliyatının kendine özgü sevgi türünün hakkını vererek ikili aşk’ı en ideal şekliyle yaşamak… beşeriyetimizin gerçeğidir.

Beşeriyetin bu gerçeği; Hz. Muhammed a.s.’ı, Hz. Hasan ve Hüseyin’i, Hz. Hatice’yi, Hz. Fatımâ’yı ve Hz. Âli’yi cennette bir daha asla ayrılmamak üzere sâfi beşeriyetleriyle yine sımsıkı kucaklaştıracaktır. .

Bizler de kendi ev halkımızla ve sevdiklerimizle aynı şekilde buluşup, kucaklaşıp asla ayrılmamak üzere kenetleneceğiz.

Bizim “sevdiğimizin” ve “kendi hakikatimizin”… “Hakk”dan başka olmadığını tefekkür etmek, bu tefekkürün en ince ve en uç boyutlarına akıl ve kalb ile seyahat etmek… ruhumuzun gerçeğidir.

Ruhumuzun bu gerçeği de İlâhî aşkı zamansız ve mekânsız başlatmış olsa gerektir. Cenneti beklemeye gerek yoktur. Hz. Muhammed, Mevlâna, Şems-i Tebrîzî ve … … … dediğimiz zaman içimizde bir yerlerin titreştiğini ısındığını, tatlı tatlı acıdığını ve yüreğimizin sancıdığını en alt sınırlarında dahi hissedebiliyorsak İlâhî aşk tüm çıplaklığı ile başlamıştır.

Beşerî aşkın ölçüsü; aşkımız için en çok sevdiğimiz ve tapındığımız şeyleri fedâ etmek ve fedâ ettiğimizi ebediyen kalbimizden atmaktır. Fedâkarlık yoksa Beşerî Aşk yoktur, “beğeni” vardır.

Bu konuda “bilgi kaynaklarına” göre oluşan kişisel düşüncem veya seçeneklerden yaptığım tercihim; seven sevdiğinde Hakk’ı görse de görmese de orada oluşan aşk “İlâhî Aşk”tır. İlâhî Aşk’ın (ve beğeninin) iki özne arasında olması gerektiğine inanıyorum. “Allah” ismi ile anlatılan ve “insan” iki ayrı özne olmadığı için “Allah”ı sevmeye çalışmak bir tanrıyı sevmeye çalışmak gibi geliyor.

Allah Teâlâ Hz. lerinin tüm “varlığımızla” birlikte kalbimizdeki O’na karşı duyduğumuz “aşk duygusunu” da yok edip bizleri içine düştüğümüz “aşk” çıkmazından kurtarması duâmız olsun… Ve tekrar… bizlere yeniden varlık verip “aşk”ın her türünü yaşamayı nasip etsin.

KGökdoğan
***
**
*

19 Yepyeni
8 Nisan 2008, 9:32 üzerinde
İŞTE BU! İŞTE BUDUR MÜTEFEKKİRİN GÜZELLİĞİ

Sn. Gökdoğan;

Sabah pc başına geçtigimde gecenin 04.40 ında sorumuza cevap hazırladığınızı okuduğumda gerçekten size olan sevgimin takdir ve gıptaya dönüştüğünü fark ettim.

Asırlardır alışılmış bir söylemi yıkan şu paragraf herşeye bedel:

“Bu konuda “bilgi kaynaklarına” göre oluşan kişisel düşüncem veya seçeneklerden yaptığım tercihim; seven sevdiğinde Hakk’ı görse de görmese de orada oluşan aşk “İlâhî Aşk”tır. İlâhî Aşk’ın (ve beğeninin) iki özne arasında olması gerektiğine inanıyorum. “Allah” ismi ile anlatılan ve “insan” iki ayrı özne olmadığı için “Allah”ı sevmeye çalışmak bir tanrıyı sevmeye çalışmak gibi geliyor.”

Kafalarda yerleşmiş; İLAHİ AŞK-BEŞERİ AŞK ikilemini o kadar hoş bir tahlille yıktınız ki; Allah Razı Olsun demekten başkasına gücüm yetmiyor.

Sn. Gökdoğan;
Kalem Sahipleri bilirler ki bu sahada düşünce üretenler iki gruptur:

1-YAZARLAR:

Sadece yazar bu kesim. Alır, kopyalar, yapıştırır, yazar. Doğuş, tespit, tahlilden uzak makalelerle güya çözümleme yaparlar.

2-MUTEFEKKİRLER:

Bunlar; Üstad N.F.K nın tabri ile FİKİR SANCISI ÇEKEN,TOPLUMU VE İNSANLIGI SIRTINA ALAN cesur yürekler,engin gönüllerdir.Yazıları yeni yanan bir lambadır karanlıktan çıkmak isteyenlere.

Sn.Gökdoğan;

Bizim için MUTEFEKKİRLER grubundasınız.

Yolunuz açık olsun.

Muhabbetlerimle.
***
**
*

ANASAYFA