HÂLÂ EKMEK TANRIÇASINA TAPINANLAR(?) VAR

Ekmek parçasını asfalttaki eski yerine getirdim. Aynı yere attım ve ayakkabımın burnu ile beş on parçaya ezdim. Tıpkı çocukluğumda olduğu gibi… Bir zamanlar, rahmetli anacığım ekmeği ayağımın altında çiğneyip ezerken görmüştü ve “etme oğlum, çarpılırsın” demişti. Fakat ben defalarca yapmıştım ve çarpılmamıştım.

ÖN NOT: Bu yazının dizgilerinde görünen “tekrarlar” TEKNİK HATA değildir.

Kırklı yaşlarda genç bir adam ve genç bir kadın arkamda yürüyorlar. Ben önde bekliyorum. Beni geçmelerini bekliyorum. Beni geçtiler. Adam eğildi, yerden kuru bir ekmek parçası aldı, öptü alnına sürdü, yol kenarındaki yeşil otların arasına götürüp yavaşça bıraktı. Altmış yıl geçmişe gittim. O zamanlar ekmek, Mushaf gibi kutsaldı. Yere düşürülmez, yerde durdurulmazdı. Üzerine asla basamazdık. Şimdi olduğu gibi, bir şehirde, bir günde on binlerce ton, artık ekmek çöp varillerine veya diplerine atılmazdı. Ancak, küçük çocuklar ellerinde ekmekle sokakta oynarken oraya buraya bıraktıkları ekmek artıkları olur, onları da ilk görenler alır, öper, alnına sürer, kutsar ve yüksek bir duvar üzerine kuşlar yesin diye yerleştirirdi. Yahut, mevsim yaz ise karınca yuvalarının kenarına ufalayıverirdi. Hiç kimse bu adam gibi atık ekmekleri otların arasına saklamazdı.

Adam ve kadının uzaklaşmasını bekledim. Kuru ekmek parçasını otların arasından arayıp buldum. Yağmur mevsimi olduğundan, yeşil ıslak ve serin otların arasında karıncalar yoktu. Ekmek parçasını asfalttaki eski yerine getirdim. Aynı yere attım ve ayakkabımın burnu ile beş on parçaya ezdim. Tıpkı çocukluğumda olduğu gibi… Bir zamanlar rahmetli anacığım ekmeği ayağımın altında çiğneyip ezerken görmüştü ve “etme oğlum, çarpılırsın” demişti. Fakat ben defalarca yapmıştım ve “çarpılmamıştım“. Çünkü hem “çarpılır mıyım çarpılmaz mıyım” diye sürekli “deney” yapıyordum hem de iri ekmek atıklarını ya karıncalar ya da kuşlar için daha kolay yenilir ve daha kolay taşınabilir boyutlara dönüştürüyordum. Küçük yaşlarımdan itibaren “HAFİF DERECEDE TEMİZLİK TAKINTIM” olduğundan yerdeki ekmeklere kolay kolay dokunamazdım, elimle parçalayamazdım. Bu nedenle ayakkabımla iteleyerek ve üzerine basarak kırıntılara çevirirdim.

Kırklı yaşlarda genç bir adam ve genç bir kadın arkamda yürüyorlar. Ben önde bekliyorum. Çünkü önümde bir serçe sürüsü var. Uçmasınlar istiyorum. Korkmasınlar istiyorum. Ürkmesinler istiyorum. Nasiplerini bırakıp kaçmasınlar istiyorum. Çünkü tatlı bir kavga ve centilmence sürü içi rekabet cıvıltılarıyla kuru ekmek parçasını bir birisi kapıyor bir ötekisi kapıyor. Birbirlerini kovalaya kovalaya cüsseleri ağırlığındaki kuru ekmek parçasını paylaşamıyorlar. Adam ve kadının beni geçmelerini bekliyorum. Bir de geçmesinler, geri dönsünler veya aniden rota değiştirip başka yöne kaysınlar istiyorum. Ancak olayların çoğu istediğimiz gibi değil, biz olayların istediği gibi akıp gidiyoruz. Maalesef adam ve kadın beni geçtiler. “Ekmek Kavgası” yapan serçe sürüsüne doğru denizi yarıp giden bir torpil gibi yürüdüler. Serçe sürüsü ekmeği de ekmek kavgasını da bırakıp pırrr diye kenardaki ağacın dallarına sığındılar. Adam eğildi, yerden kuru ekmek parçasını aldı, öptü alnına sürdü, yol kenarındaki yeşil otların arasına götürüp yavaşça bıraktı.

Altmış yıl geçmişe gittim. 1960’ların sonları, 1970’lerin başları… O zamanlar ekmek, Mushaf gibi, Kâbe gibi mukaddes sayılırdı. Yere düşürülmez, yerde durdurulmazdı. Üzerine asla basamazdık. Çöp varillerine veya diplerine atılmazdı. Ancak, küçük çocuklar ellerinde ekmekle sokakta oynarken oraya buraya bıraktıkları ekmek artıkları olur, onları da ilk görenler alır, öper, alnına sürer, kutsar ve yüksel bir duvar üzerine kuşlar yesin diye yerleştirirdi.

Adam eğildi, yerden kuru ekmek parçasını aldı, öptü alnına sürdü, yol kenarındaki yeşil otların arasına götürüp yavaşça bıraktı… yürüdü gitti. Kuru ekmek parçasını otların arasından arayıp buldum. Asfalttaki eski yerine getirdim. Yere attım ve ayakkabımın burnu ile “kutsanmış ekmeği” bir güzel çiğneyip ufaladım. Ağaç dallarında “sığınmacı” olarak bekleşen serçe sürüsünün tekrar ekmeğe saldırmasını, rızklarını kapışmasını seyr eylemek için uzakta bir yerde soteye çekildim. Önce, en cesur ve en açık göz bir serçe kondu. Bir parça kırıntıyı gagasına alıp uçtu gitti. Sonra ikincisi üçüncüsü… tüm sürü kırıntıları gagalarına alarak uçtular ve gözden kayboldular. Muhtemelen yavru mevsimindeki yuvalarına götürdüler.

Rahmetli babam anlatmıştı. Beş yaşında dinlemiştim… “Bir adam, çarığın içine girmeyecek miktarda az bir su birikintisinin ortasına bir taş koymuş, üstüne basıp karşıya adım atmış. Benden sonrakilerin de çarığı ıslanıp çürümesin istemiş. Biraz sonra başka bir adam gelmiş. O taşa çarığı takılmış, sendelemiş, düşmekten zor kurtulmuş. Taşı kenara atmış. Benden sonra geleceklerin de ayağına takılıp zarar vermesin istemiş. İki adam da iyi niyetleri sebebiyle sevap kazanmışlar”.

Adam eğildi, yerden kuru ekmek parçasını aldı, öptü alnına sürdü, yol kenarındaki yeşil otların arasına götürüp yavaşça bıraktı… yürüdü gitti. Adam “bir sevap kazandı”. Kuru ekmek parçasını otların arasından arayıp buldum. İki parmağımın ucuyla aldım. Asfalttaki eski yerine getirdim. Yere attım ve ayakkabımın burnu ile “kutsanmış ekmeği” bir güzel çiğneyip ufaladım. Ağaç dallarında “sığınmacı” olarak bekleşen serçe sürüsünün tekrar ekmeğe saldırmasını, rızklarını kapışmasını seyr eylemek için uzakta bir yerde soteye çekildim. Önce, en cesur ve en açık göz bir serçe kondu. Bir parça kırıntıyı gagasına alıp uçtu gitti. Sonra ikincisi üçüncüsü… tüm sürü kırıntıları gagalarına alarak uçtular ve gözden kayboldular. Muhtemelen yavru mevsimindeki yuvalarına götürdüler. Ben de “bir sevap kazandım”. Hem de çarpılmadım. Ve cebimdeki “ISLAK SABUNLU KAĞIT” ile parmaklarımı dezenfekte edip, kirli kağıdı ilerideki bir çöp konteynırına attım.

Hz.Ömer (R.A.), İslamiyet öncesi dönemi anlatırken şunu aktarır; “Tanrı diye hamurdan put yapar, onlara tapardık. Ayaklarımızla uzun bir yolculuğa çıktığımızda karnımız acıkınca, ellerimizle yaptığımız putları yerdik” (Rûhun şâd ey Rasul Yoldaşı.)

DİP NOT: EKMEK TANRIÇASI DEMETER VE NEPRİ (ALINTI)
Antik Ege ve Akdeniz dünyasında, simgesi buğday olan antik dönem tanrılarından diğeri Demeter’dir. Toprağın, bereket ve bolluğun tanrıçası olan Demeter, genellikle elinde buğday başakları tutarken betimlenir. Adı Ge-meter yani “Toprak Ana” olarak açıklanır. En fazla tapınıldığı yerler Eleusis ve Sicilya ovaları, Girit, Thrakia (Trakya) ve Peloponnessos’tur (Mora Yarımadası). Genellikle kızı Persephone ile birlikte gösterilir. Persephone, Roma’da Virgo (Başak) olarak da bilinir. Demeter (Attika lehçesi Grekçe: Δημήτηρ Dēmḗtēr), Yunan mitolojisinde tarımın, bereketin, mevsimlerin ve anne sevgisinin tanrıçasıdır. Homeros’un destanlarında, “güzel saçlı kraliçe” ya da “güzel örgülü Demeter” diye geçer. İnsanlara toprağı ekip biçmesini öğreten bu tanrıçadır. Ekinleri, özellikle de buğdayı simgeler. Demeter, heykellerinde baygın bakışlı, sarı saçları omzuna dökülen, güzel bir kadın olarak gösterilirdi. Sağ elinde bir buğday başağı, sol elinde de yanan bir meşale tutardı. Nepri ismi insan biçiminde resmedilen Nepri, genellikle Renenutet tarafından emzirilen bir çocuk olarak tasvir edilir. Nepri’nin gövdesi mısır tanelerini temsil edecek şekilde noktalıydı. Onun adını benzer şekilde yazan hiyeroglifler, tahıl sembollerini içerirdi. Neper özellikle en çok kullanılan tahıl türleri olan arpa ve emmer buğdayı ile ilişkilendirilmiştir. Onun adı, tahılın besin olarak işlevine atıfta bulunarak, basitçe “ağzın efendisi” anlamına gelir. Osiris ve Isis efsanesi birleştiğinde, Osiris bir tarım ve ölüler tanrısı olduğu için, hikayesi yıllık hasat ve mahsul yok oluşuyla ilişkilendirildi. Dolayısıyla bu noktada Neper, çok daha önemli bir tanrı olan Osiris’in yalnızca bir yönü olarak kabul edildi ve öldükten sonra yaşayan unvanını kazandı.

Kemal GÖKDOĞAN
Emekli Öğ. Kd. Albay
Türk-İslâm Düşünce (FELSEFE-TASAVVUF) Tarihi
Sosyoloji Psikoloji Felsefe Mantık Öğretmeni
tasavvufdefteri.com
facebook/kemalgokdogan
twitter/kemalgokdogan
kemalgokdogan@gmail.com