2 Yorum

Kalbin Sırrı

…çocuklar safi halde iken melekleri müşahede edip gülerler v.s. ancak mükellef oldukça bu safiyanilik yavaş yavaş tükeniyor. Çocukların sevimli olmasının altında da bu yatar diye düşünüyorum, sadece kalb de değil vucudumuzda bulunan letaifler var. Bunlar : kalb,ruh,sır hafi ve ahvadır. Nurani cevherdir hepsi. Bunların vucudumuza monte edilme sebebi nedir.

***

Vaktinizi aldığım için kusura bakmayın ve cehaletime bağışlayın ama tatmin olamadım, bahse konu kalb yürek değil yüreğin altında sol memenin 4 parmak altındaki nurani cevherden bahsediyorum. Hani çocuklar safi halde iken melekleri müşahede edip gülerler v.s. ancak mükellef oldukça bu safiyanilik yavaş yavaş tükeniyor. Çocukların sevimli olmasının altında da bu yatar diye düşünüyorum, sadece kalb de değil vucudumuzda bulunan letaifler var. Bunlar : kalb,ruh,sır hafi ve ahvadır. Nurani cevherdir hepsi. Bunların vucudumuza monte edilme sebebi nedir. “Çalış sende Abdulkadir Geylani hz. gibi ol” ya da ” ümmetimin alimleri ben-i İsrail peygamberleri gibidir” derken bizden zikirle bu letaiflerin açılması istenmiyor mu.? Her vucutta radar,sonar, dürbün v.b. gibi hasletler vardır ya da burdan bakınca dünyanın öbür ucunu müşahade eden veli zatlar nasıl bu mertebeye erişmişlerdir. Rahmet her zaman var ama alabilecek kabiliyet gerekmez mi.? Konu cezbeden açıldı diye söylüyorum rahmetin gelmesi ile vucut asli görevine uygun çalışmaya başlar, ancak arada bir regüle edecek rehber gerekmez mi? Şeytan denilen bir kavram var ve önceden Azazil ismiyle meleklerin hocası gibiydi sonra lanetlendi çünkü kibir yaptı. Ucup kibir riya enaniyet v.s. hep kalb hastalığı değil midir.. bunu için doktor gerekmez mi…… saygılarımla
(Değerli Bir Dost Sorusu)
***

Cevabımız:

Değerli Dost!

Sizin ilk sorunuzdaki kullandığınız “kalp” kavramına bakarak meseleyi “insanın aslı, esası, hakikati” kapsamıyla anladım ve “KALP TEMİZLİĞİ” EŞİTTİR “NEFS VE DİL TEMİZLİĞİ” yazımda kalbi bu anlamıyla yorumlamaya çalıştım. “Biyolojik yürek” ve “biyolojik yürekte farzedilen kalp makamı” anlamlarına ise hiç değinmedim.

Yazılarımda tasavvufî kavramların klasik anlamlarına hiç girmek istemiyorum. Örneğin tasavvuf literatüründeki “kalp” (ve diğer lâtifeler ve diğer kavramlar) hakkında haddinden fazla açıklayıcı çok değerli ve mükemmel kaynaklar var. Bir de benim tekrarım fazlalık olur diye düşünüyorum.

Sol memenin biraz altındaki kalbin “lâtife/şakra/mânevî bir güç merkezi” anlamı ise tabii ki çok farklı bir konudur. “KABİN SIRRI” başlığını attığımız bu yazıda kalbi bir de “lâtife” yönüyle yorumlayalım…

Bebekler beş iç mânevî algının (kalb,ruh,sır hafi ve ahvanın) açık olması nedeniyle varlığı “zararsız-saf enerji-nur boyutu” yönüyle yani “melekiyet” boyutundan müşahede ederler. Ama bebeklerin müşahedesindeki melekler kilise duvarlarını süsleyen veya Müslümanların hayalindeki nur kanatlı nurani canlılar gibi değildir.

Bebekler elbette safi haldedirler. Âlemleri (varlık boyutlarını) yetişkinler gibi idrak etmezler. Her şey onlar için “bilinmez”dir. Her şey ilginçtir, keşfedilmelidir, dokunulmalıdır, tadılmalıdır, bakılmalıdır, koklanmalıdır, dinlenilmelidir. Bu nedenle bebekler her şeye yapışırlar, her şeyi yalarlar, her şeyin tadını-kokusunu-rengini-sesini merak ederler. Ateşe, buza, akrebe, yılana,  dahi yapışırlar.

Somut bir örnek verelim…

Bebeğin kalp lâtifesi yani “kalp gözü” açıktır ve bir yılanı “kalp gözü” ile ince, uzun, tıslayan, parlak, hareketli “bir melek” olarak görür ve ona yapışır. Yılan bebeğin elini ısırınca yırtılan dokularının acısı beyninde zonklamaya başlar. Bebeğin “kalp gözü”nün “melek” gördüğü yılanın o ısırığından doğan acı “baş gözü”ne (ve diğer dört duyusuna) şu mesajı verir: “İnce, uzun, tıslayan, parlak, hareketli şeyler melek değil Şeytandır, ondan uzak dur!” Kalp gözü, ve baş gözü arasında işte böyle bir bağlantı vardır.

Bebeğin beş lâtifesiyle algıladığı “melekî, nûranî âlem” acı ve tatlı deneyimlerle yavaş yavaş gider yerine Şeytânî-zulmanî evren gelir. Aslında değişen bir şey yoktur. Yılan her iki âlemde de ”bildiğimiz yılan”dır. Fakat bebek yılanı beş lâtifesiyle “melek” kabul ederken, beş dış duyusu ile “acı veren korkunç hayvan” kabul eder. Bebek büyüyünce ve “yeşil doğacı” olursa yılanı bu sefer de doğanın eko sisteminin “zararsız, yararlı ve mükemmel bir canlı”sı olarak müşahede eder.

Tasavvuftaki adıyla “letaif-i hamse/beş mânevî duyu”nun varlık algısı ile beş dış duyunun varlık algısı arasında hiçbir fark yoktur. Yılan objektif doğada her zaman yılandır fakat bebek büyüdükçe yılana kendi sübjektif doğasında olduğundan farklı anlamlar yüklemeye başlar. Değişen sadece anlamlandırmadır. (Belki bebeklerin sinir sistemleri tam gelişmediği için beş duyuları varlığı yetersiz ve farklı algılıyor da olabilir… Burası bilim felsefesinin alanı şimdilik girmeyelim)
 
Bebek dış duyularını geliştirdikçe iç duyuları kapanmaya başlar. Zamanla kalp gözünün yerini baş gözü alır.

“Sır lâtifesi”ile de kısa bir örnekleme yapalım…

Bebeğe “sır lâtifesi” yılanı “esmâ terkibi” olarak tanımlar fakat yılanın ilk ısırığıyla birlikte “sır lâtifesi” kapanmaya başlar ve yerine “akıl ve mantık” gücü devreye girer. Mantık; “doğru muhakeme ve doğru düşünce”dir. Mantık, iki farklı olayı birbirine bağlama gücü olan akıl kurallarıdır. Böylece… akıl ve mantık “esmâ terkibi”nin de “ısırabileceği” gerçek keşfini yaptırır.

Bebek olgun insan olduktan sonra lâtifelerini tekrar çalıştırabilir mi? Bana göre hayır, çalıştıramaz. Lâtifeler bebeklikten sonra yavaş yavaş ebediyen kapanır ve yok olur. İnsan ebediyen beş dış duyusu, aklı ve mantığı ile “Hak’kı idrak”a mükelleftir artık.

Peki, seccadeye durup kalp latifesinin algısıyla (kalp gözüyle) Kâbe’yi görerek tekbir ile namaza başlayan dervişe ne diyelim? Dervişin kalp gözünü mürşidi, rehberi, önderi, manevi doktoru tekrar açmamış mıdır?

Aslında insan hiçbir zaman, bebeklik dâhil, kalp lâtifesiyle (kalp gözüyle) baş gözünün görmediği mesafeleri ve boyutları görmemiştir ki. İstanbul’da doğan bir bebek hiçbir zaman kalbiyle Mekke’deki kâbe’yi görmemiştir ki. Zamanla “kalp gözü” kapanmış olsun da dervişlik döneminde tekrar açılsın.

Dervişin mürşidi tarafından açılan gözü kalp gözü değildir.  Açılan şey,  derviş beyninde (her insan için geçerli) evrensel kayıt arşivindeki Kâbe’nin (ve ya herhangi bir şeyin) dijital kodlarını üç boyutlu hayalî görüntüye çevirme yeteneğidir. Gerçek mürşitler bu nedenle insanların beyinleriyle oynamazlar, baş gözü, akıl, mantık ve tefekkür ile hakikatin güzelliklerini keşfetmeyi tavsiye ederler. Fakat bir dervişin niyetinde gözünü kapatıp âlemleri seyretmek arzusu var ise “gerçek mürşit” ona da engel olmaz, dervişin kendi arzusu kendi beynindeki hayal mekanizmasını çalıştırır ve bunu mürşidim yaptı zanneder. Hâlbuki gerçek mürşitler asla bu tür gereksiz işlemler yapmazlar.

Kalp lâtifesini klasik tasavvuf anlamı dışında yeniden tanımlayalım…

Kalp lâtifesi ancak akıl baliğ olmadan evvel, bebeklik ve ilk çocukluk çağlarında etkin olup baş gözünün her gördüğüne “hayır, güzellik, melekiyet” anlamı yükleyen safi aklın bir idrak hâlidir. Kalp gözünün kapanması bu idrak halinin yerini araştırıcı akla ve mantığa bırakmasıdır.

Asrısaadette “gökteki yıldızlar” gibi olan sahabede “kalp gözü” açılması olayı hemen hemen hiç yoktur. Mevcut rivayetler de çoğunlukla zayıftır. Çünkü, Rasulullah a.s. insanların beyinleriyle oynamamıştır, insanları hayali görüntülere sürüklememiştir. Rasulullah insanlara baş gözlerini, akıllarını ve mantıklarını çok iyi kullanmalarını öğretmiştir. Gerçek sûfizm işte bu nedenle Rasulullah’ın yöntemine tabidir.

Gerçek mürşitler, rehberler, üstadlar, mânevî doktorlar yanlışlıkla kalp gözü zannedilen hayal görme yeteneğinin farkedilerek terk edilmesini önerenlerdir.

Şahı Nakşibendî Hz.lerinin deyimiyle “istikamet üzere dosdoğru olmak” büyük keramettir, Güneş’in batışını duraklatarak ikindi namazının vaktini uzatmak küçük keramettir, dünyanın etrafında bir anda yedi tur atmak Şeytanların işidir, insan ise dosdoğru olabilendir.

Dünyanın öteki ucunu radar ve sonar gibi görmek kapasitesi her insanda vardır. Bu kapasiteyi açığa çıkarmak yöntemi de vardır. Bu kapasitenin açığa çıkarılması insanın potansiyel yeteneğini kullanma yöntemini öğrenmesidir. Özel eğitimden geçen rahipler, keşişler, kabbalistler, lamalar, yogiler, dervişler öğrenebilir… tabi eğitimin her aşamasına ve en son şartına sabrederse. Eğitimin en son şartı ve olmazsa olmaz koşulu geliştirilen yetenekleri bir daha geri gelmeyecek şekilde yok etmektir. Böyle gereksiz ve boş bir yeteneği yok etmek için öğrenecek babayiğitler her çağda üç beş kişi ya vardır ya yoktur. Bu çok önemli bir konu da değildir ama edebiyatı çok zevklidir. Veliler bedensel-beyinsel yeteneklerini açığa çıkarmakla veli olamazlar. Velîyi velî yapan tek yetenek “her şeyi merkezinde bırakmak”tır.

Kemal Gökdoğan
www.tasavvufdefteri.wordpress.com
kemalgokdogan@gmail.com

Not-1: Yazının başında bebeklik çağında “kalp gözü” varmış ve açıkmış gibi bir izlenim oluşturdum, yazı sonunda ise tam tersini söyledim.

Not-2: Sözü fazla uzatmamak için beş lâtifeyi sadece“kalp lâtifesi” ile örnekledim, diğerlerini siz düşünün.

Not-3: Kalp konusuyla ilgili birinci yazı: “KALP TEMİZLİĞİ” EŞİTTİR “NEFS VE DİL TEMİZLİĞİ”

2 comments on “Kalbin Sırrı

  1. Evvela bu konuyu burada tartışmaya açan kişiye teşekkür ederiz çünkü doğruları bilmek herkese göre değildir Lakin bu konu bizim görüşümüze göre burada eksik olarak anlatılmıştır bebeklerle yetişmiş irade sahibi olmuş insanlar arasında benzerlik ortaya koymak fazla isabetli olmamıştır Çünkü yetişmiş irade sahibi olmuş insan Kalp Gözü algılama ve irade bakımından bir bebekle aynı bağlamda değerlendirilemez

  2. İstanbul’da doğan bir bebek hiçbir zaman kalbiyle Mekke’deki kâbe’yi görmemiştir ki. Zamanla “kalp gözü” kapanmış olsun da dervişlik döneminde tekrar açılsın. :)))

    Anlayamıyor bazen insan görüp seyrettiklerinin, ne kadar mükemmel, ne kadar harukulade, ne kadar muteşem mucizeler olduğunu ve bu basiretsizliğin verdiği duyguyla uçup kaçmak gözünü kapayınca kabeyi görmek fantazilerine kapılınıyor. Ki’ bunların hemen hemen tamamına yakını hiç bir zaman Kuran ile bağdaştırılamayacak batıl bilgilerdir, malesef büyük çoğunluğun aklınada veli veya mürşid dendimi bu neviden uçuk kaçık fantaziler geliyor akıllarına ve insan gülmeden edemiyor, tabi çok üzücü bir durum bu. Arının balı yapışındaki ve bal mucizesini göremeyen zihniyet tabiki arı kovanında Allah yazısı arayacaktır ve arıyorlar. Resullah.asm zamanında Sahabe-i kiramın kalb gözlerinin açık olmasına gerek yok idi çünkü onlar baş gözleri ile Resulullah.asm gördükleri gibi haliyle onun dizinin dibinde idiler. Alemlere rahmet olanın yaydığı ister lahuti deyin ister melekuti enerji ile doldukları için bahse konu olan bir kalp gözü açıklığı söz konusu değil idi onlar balı bulmuşlardı ve onun kovanında idiler hatta onun soluduğu nefesi soluyorlardı O’nun yanındayken adeta melekleşiyorlardı ve onu huzurundan ayrıldıklarında ise kendilerini münafık zannediyorlardı. İşte aynı bu olay O’nun dünyadan gidişinden sonra ve bizden öncekilerdede olduğu gibi çağımız insanınıda ayni şekilde etkiliyor ve insanlık dünya kovanında Allah yazısını arıyor ve bulamayıncada bir sürü yanlış yollara süluk ediyor binbir umutla ona buna koşturuyor. Halbuki insanın muhtaç olduğu kudret artık bireyin damarlarındaki kandi asil kanında yatıyor önce kanı temizlemek lazım çünkü kalbe giren şey kan, bunun yoluda Kuranda açıkça belirtilmiştir (Oruç).Her neyse uzatmıyayım kısaca Kurana sarılmayan müslüman şeytana sarılır vesselam. Ayrıca bu mükemmel yazı için ne söylesem az gelir yazdırana Hamdolsun…

Yorumlar kapatıldı.